Doğu Karadeniz'e gitme planı hep aklımda olan bir şeydi. Çünkü doğayı ve yeşili çok seviyorum. Bu sebeple, oraya gitmek konusunda verdiğim karar gerçekten çok doğruydu, yanlış olan, Karadeniz'e bir trekking grubu ile birlikte gitmekti :) Zira; Karadeniz'in hırçın yaylalarında günde 6 saate varan yürüyüşler yapmak hiç ama hiç kolay değil! O nedenle, yukarıdaki fotoğrafta güldüğüme bakmayın, bu fotoğraf yaylanın başında, trekkinge başlamadan hemen önceydi. Sonrasını merak ediyorsanız, başıma gelenleri aşağıda okuyabilirsiniz :)
Başıma geleceklerden habersiz büyük bir heyecanla İstanbul'dan Rize'ye doğru yola çıktım. Rize'ye vardığımızda Ayder Yaylası'na çıktık. Ayder'deki kamp alanına ulaştığımızda bu muhteşem manzaranın ortasına çadırlarımızı kurduk. Ertesi gün, güneş doğar doğmaz kalkıp yürüyüşlere başlayacağımızdan bu günü dinlenmeye ayırdık. Bu arada bütün gece aralıksız yağmur yağdı. Daha önce de çadırda kalmış olsam da, ilk defa böyle soğuk ve yağmurlu bir havada çadırda kaldığım için biraz rahatsız hissettim. Soğuk ve yağmurlu diyorum ama aylardan Temmuz!
Sabah olduğunda yağmur dinmişti. Rehberimiz, çok uzun yürüyüşler yapacağımızdan ve yol üzerinde yemek yiyecek hiçbir yer olmayacağından iyi bir kahvaltı yapmamız gerektiğini hatırlattı. Ben de abartıp, dağlarda açlıktan ölürüm korkusuyla 2 tane mıhlama yemekle kalmayıp, masada ne varsa silip süpürdüm. Günlerce o kadar yürüyüp 1 kg bile vermeden dönmemin sırrı bu :)
Kahvaltıdan sonra kamp alanından yürüyüş yapacağımız yere doğru 10-15 dk boyunca minibüsle tırmandık. Minübüsten indiğimizde macera başladı. Hava gerçekten sıcaktı ve üzerimde tişört olmasına rağmen yanıyordum. Batonlarımızı alıp küçük bir tepeyi tırmanmaya başladık. 1,5 saat civarı tırmandıktan sonra biz ekibin zayıf halkaları sızlanmaya başladık :) Rehberimiz birkaç dakika mola verdi ve suyumuzu içtik, bir kez daha güç toplayıp yola çıktık.
Birdenbire yol küçük bir dereyle kesildi. Hocam dere boyunca takip edip ileride bir köprü mü arayacağız derken, hayır burada köprü yok, ayakkabılarımızı çıkarıp bu dereden geçeceğiz dedi. Mecburen kaygan taşlara basarak dereyi geçtik.
Yol üzerinde ondan daha küçük birkaç dere ile daha karşılaştık. Burası çok geniş olmadığı için ayakkabılarımızı çıkarmaya gerek duymasak da, bastığım taş ayağımın altından kayınca ayak bileğimin üzerine çıkan suya batarak yolun bundan sonraki kısmını ıslak ayakla yürümek zorunda kaldım. Birçok kişi de benimle aynı kaderi paylaştı :)
Bu engeli de aşıp bir süre yürüdükten sonra güneş yavaş yavaş kayboldu ve güneşi çok seviyor olsam da, yürümeyi zorlaştırdığı için bu beni çok mutlu etti. Fakat artık yükseklerde olduğumuz için çok geçmeden sis başladı.
Daha da yükseğe çıktıkça soğuk ve sis arttı ve artık grubun başı ve sonu birbirini göremez hale geldi. Bu sebeple aşırı yorgun olmama rağmen adımlarımı sıklaştırıp, en güvenli yer olan grubun orta kısmında yürümeye çalıştım. Burada okuyunca o duyguyu hissedemeyebilirsiniz, ama ekibin hızına ulaşamadığınızda, dağ başında ekibi kaybetmek çok olasıydı. Bütün bunlara ıslak ayakkabılar da eklendiğinde, çektiğimin eziyeti siz düşünün!
O gün, ne işim var burada diye isyan etsem de, şimdi fotoğraflara bakınca doğanın güzelliğine hayran kalıyorum.
Bir sonraki molada herkes acı içinde kıvranırken, ekipteki iki çocuk, rehberimizle birlikte gayet neşeli bir şekilde oturuyordu. Küçücük çocuklar benden iyi yürüdüğü için biraz tuhaf hissettim doğrusu :)
Güneş, dere, ıslak ayaklar ve sis derken sıradaki işkence bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdu. Hocayı durdurup artık geri dönelim demeye başladık. Arkadaşlar bu dağın başında çok güzel bir göl var, gelmişken biraz daha yürüyüp orayı görmenizi isterim diyerek bizi ikna etti.
Yağmurlukların fayda etmediği bir yağmur altında yürümek bir yana, dağa tırmanırken ayaklarımızın altından kayan toprağa karşı savaş veriyorduk. Yolun başında bu batonlara ne gerek var, ben onlarsız daha rahat yürürüm derken, burayı gördükten sonra batonlarımı çok sevmeye başladım :)
Hani rehberimiz birazdan göle varacağız demişti ya, aradan bir saat geçti ve biz hala tırmanıyorduk. Her ne kadar yüzüne karşı söyleyemesem de, içimden rehberimize neler söylediğimi tahmin edersiniz!
Yakıcı güneşle başladığımız yolculuğumuza, daha yükseğe tırmandıkça önce sis, sonra yağmur eşlik etmişti ve daha kötüsü olamaz derken, bu kez zirveye iyice yaklaşmışken kar ile karşılaştık. Artık 2.500 metre yüksekteydik. Karlara bata çıka yürümeye başladık. Hatırlarsanız dereden geçerken ayaklarımız ıslanmıştı ve bu durum işleri daha da zor hale getiriyordu. Artık ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.
Nihayet zirveye ve göle ulaştık. Burada oturup göl manzarası eşliğinde dinlenmeye karar verdik. Biz otururken, bir taraftan bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya devam ediyordu.
Siz bu yolculuğu benim gözümden dinliyorsunuz ama aramızda bu işlerde tecrübeli olan bazı kişiler de vardı ve tabii ki onlar ne yağmura ne ıslak ayaklara aldırmadan bu maceranın tadını çıkarıyorlardı. İçlerinden birkaç tanesinin bu buz gibi gölde yüzdüğünü görünce artık gerçekten pes dedim.
Sonrasında dönüşe geçtik. Neyse ki bu kez tırmanmayacağız, işimiz kolay derken, az önce tırmanırken ayağımızın altından kayan topraklar, inerken daha da zorluk çıkarmaya başladı. Bu etabı geçsek dahi, dağı inerken hızı ayarlamak mümkün olmadığından, o hızla yorgun bacaklarım titremeye başladı. Artık durmam mümkün değildi. Durduğum anda ayakta duramıyordum. İnanın abartmıyorum!
Biz aşağı doğru indikçe yağmur dindi ama yeterince ıslandığımız için bunun sevinilecek bir yanı yoktu. Bu sefer küçük büyük fark etmeksizin tüm derelerin içerisinden ayakkabıyla geçtim. Zaten dere, yağmur ve kar derken ayaklarım o kadar ıslanmıştı ki, daha fazla ıslanması mümkün değildi.
Evler gözükmeye başladığında mutluluktan ağlamak üzereydim. Burada yemek yeyip, sıcak bir çay içebileceğimiz bir yer vardı. Öncelikle hepimiz sobaya koştuk tabii ki. Ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp kurutmaya başladık. Çoraplar kurudu evet, fakat ayakkabıların kuruması mümkün değildi. Çoraplarımı giyip içeride sıcacık ahşap zeminde dolaşmak çok keyifli olsa da, ayakkabılarımı giydiğimde yine ıslak ayaklar ile gezmek zorunda kalacağımı biliyordum. Neyse ki buradan sonra minibüse binip kamp alanına geçecektik.
Yemek yeyip çay içtikten sonra iyice yüzümüz gülmeye başladı ve kamp alanına geçmek üzere yola çıktık. Yolun asfalt olduğunu düşünmüyorsunuz değil mi? O kadar yağmur yağdıktan sonra daracık toprak yolun ne hale geldiğini düşünün. Yan taraf uçurum olduğundan, içimden, az kaldı sabret diyerek gözlerimi kapattım. Karadenizli çılgın şoför bu duruma alışkın olduğundan uçurumun kenarında sağa sola kayarak iniyor olmamıza rağmen şarkılar söyleyip gülüyordu. Fakat ilerleyen günlerde başka yaylalara çıkarken yağmur yağdığında arabanın yokuşta sürekli geri geri kaydığını görünce bunun hiçbir şey olduğunu anlamış oldum.
Kamp alanında üstü kapalı bir alanda ateş yanıyordu ve ateşin yanına ayakkabılarımızı dizip kurumalarını beklemeye başladık. Ayakkabıların kurumasının çok uzun zaman alacağını görünce içimizden bazıları kendi ayakkabılarını ateşe iyice yaklaştırıp orada bıraktı. Sonucu tahmin edersiniz, bazılarının ayakkabıları yandı.
Her ne kadar dağlarda çadırda kalalım, macera olsun diye bu yolculuğa katılmış olsam da, bu kadar yorucu yürüyüşlerden sonra güzel bir duş alıp, rahat bir yatakta dinlenmeden kendime gelmemin mümkün olamayacağını anlamış oldum. Ama artık çok geçti :)
Akşam Ayder merkezde bir hamama gidip biraz olsun yorgunluğumuzu atmış olduk. Sonrasında uyku tulumuma sarınıp yarınki işkenceye hazırlanmak için erkenden uyudum :)
Günler böyle geçerken bir yerden sonra vücudum iflas etti ve bir sabah kamp alanında kalacağımı ve o günkü yürüyüşe gelmeyeceğimi söyledim. Kendimi kötü hissettiğim için yine benim gibi kamp alanında kalan bir arkadaşımla şehir merkezine inip hastaneye gittim. İki saat serum yedikten sonra biraz kendime geldim :) Eti çok sevmesem de oralarda bir restoran bulup, gücümü toplamak için bol bol et yedim.
Ertesi gün, artık iyisin, bugün sen de gel dedikleri için bir kez daha denemeye karar verdim. Ama yolun yarısında mola verdiğimiz bir yerde benden pes, beni burada bırakın dedim. Burası hem otel hem restoran olarak kullanılan bir yerdi. Otel dediysem, bildiğiniz anlamda bir otel değil, ahşap bir köy evinin odalarını kiralıyorlar.
Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz teyze orayı çocukları ve torunları ile birlikte işletiyordu ve hemen bana kucak açtı. Girişteki bakkalından çıkıp benimle yukarı geldi. Yemeğimi yedikten sonra beni yorganlara sarıp sıcak bir odaya oturttu. Hatta ben uzanırken abdest alıp başımda dua okudu. Allah ondan razı olsun.
Güzel Karadeniz yemeklerinden sonra Karadeniz müziği eşliğinde çayımı içtim ve keyfim yerine geldi.
Böylelikle, biraz kendime gelince kitabımı okuyarak diğerlerinin gelmesini beklemeye başladım. Tabii ki bu bekleyiş en az birkaç saat sürecekti.
Bu macera sona erip eve döndüğümde bir hafta kendime gelemedim. Yani anlayacağınız, ben öyle dağlarda saatlerce trekking yapacak, vahşi doğada günlerce çadırda zor şartlarda kalacak biri değilim :) Babannesinin prenses gibi büyüttüğü bir çocuğun başka türlü olması beklenemezdi zaten :)
O tatilden sonra kendime çok kızsam da, şimdi bunları tatlı bir macera olarak hatırlıyorum ve o güzel doğayı gördüğüm için kendimi şanslı hissediyorum. Zaten başımıza gelen tüm kötü olaylar sonrasında komik bir hatıraya dönüşüyor. Başka seyahatlerimde de başıma ilginç olaylar geldi ama şimdi onları da kahkahalarla anlatıyorum. Ama bir daha Karadeniz'e gider misin diye sormayın, ağlarım :)
Yorumlar
Yorum Gönder